wibiya widget

4 Ağustos 2009 Salı

Finike, Narenciye Cenneti...

Selam Arkadaşlar,
Dün geceki mangal sefasından sonra sabah dinamik bir şekilde kalkıp, hazırlanıyoruz.Hızlıca kahvaltının ardından, yola koyuluyoruz.
Korkuteli'den hareketle Elmalı üzerinden Finike'ye inip buradan sahilden Demre ve Kaş'a doğru ilerlemeyi planlıyoruz.
Korkuteli'den hareket ettiğiniz zaman yol genel olarak düzlük bir ova halinde.Finike'ye inerken yolda dağlardan gelen buz gibi doğal kaynak sularının aktığı, eski likya medeniyetinin merkezlerinden olan Arykanda'da soluklanıp, yörenin meşhur süt mısırlarından yiyoruz.

Narenciye ve özellikle portakal bahçeleri eşliğinde, Finikeye girerken, memleketimin tarım açısından ne kadar zengin, bizlerin ise ne kadar şanslı olduğumuzu düşünüyorum.Geçen yaz, Paris'te 1 su bardağı kadar karpuz'a 5 euro para verdiğimizi hatırlayıp, hayıflanıyorum.

Yol boyunca kaya mezarlarının bize süpriz yaptığı bu seyahatimizde gezdiğimiz bölge ile ilgili Araştırmacı -Yazar Giray Ercenk'in tarihi kentler birligi organizasyonundaki paylaşımını sizlere aktarmak istiyorum.

"Dağların yükseklerindeki ana kayadan koparak yamaçlara, çarşaklara biriken irili ufaklı taş yığınları, kendilerini dağdan alıp sahile indirecek karı ve yağmuru bekler… Bunlar yamaç taşıdır… Yamaç taşı bu haliyle sert ve sevimsizdir, ele ve göze ters gelir… Derken rüzgar eser, kar yağar, yağmur yağar… Yamaç taşı suyun önüne düşmeye görsün, yüksekten engine doğru savrulup yuvarlandıkça, o kaya senin, bu kaya benim törpülenir, sert ve sevimsiz görünümünden kurtulur, göze hoş, ele yönet gelen sevimli bir hal alır… Yükseklerin yamaç taşı nihayet sahildedir, ancak artık çakıl taşıdır… Eski çağlarda akarsular tanrı olarak bellenirdi… Bugün de, el yetmez kuytularda yaşayan bazı Toros topluluklarında, suyu kesilen çoban çeşmelerinin, bir yerlerde doğruluk ve düzen sağlamak için yapılan bir savaşa katılmak üzere çekip gittiğine, savaş bittiğinde yerine döneceğine inanılır… Bu inançların kaynağında, suyun sağladığı, ancak Tanrıya yakıştırılabilecek nimetlere duyulan ululama ve şükran duygusundan kaynaklandığı açıktır... Antik çağın Likyası, bugünün Teke Yarımadası’nın en önemli kentleri akarsuların yükseklerden taşıdıklarıyla oluşmuş kıyı ovalarındaki dağ eteklerine kuruldu… Arykandos (Aykırtça) ve Limyros’un (Alakır Çayı) yarattığı Finike Düzlüğü’nde Limyra, Rhodiapolis, daha batıda oldukça geniş bir alana düşen suları tek bir yolla denize ulaştıran Myros’un (Demre Çayı) ağzındaki Myra (Demre) ve Andriake (Çay Ağzı) ve dün Penta Hora, bugün Beş Kaza olarak adlandırılan bir ucu, ta Kibyra’ya (Gölhisar) kadar uzanan bölgenin güneyindeki Kızılcadağ/Akdağ kaynaklarından beslenen ünlü Ksanthos’un (Eşen Çayı) denize ulaştığı kumsalın doğu ucundaki Patara (Gelemiş), daha batıda Ksanthos (Kınık), eski çağın saygın ikiz tanrıları Apollon ve Artemis’in anaları Leto’nun kenti Letoon (Kumluova)… Kuzeyde Gölhisar(Milyas) ve Elmalı’yı kuşatan dağlar ile başlayan, düzlüklerde devam eden, sahilde sonlanan, dağların memba, sahilin mansap olduğu bir üretim ve yaşam havzası... Bir yerleşmenin varsıllığı, arkasındaki üretim gücüyle doğru orantılıdır… Bu, belki en çok limanlar için böyledir… Bütün Roma Akdeniz’inde var olduğu bildirilen üç imparatorluk silosundan birinin Kartaca’da, öteki ikisinin Patara ve Andriake’de, yani birbirinden ancak birkaç on kilometre uzaklıkta inşa edilmesinin nedeni, bölgenin sahip olduğu üretim gücüdür… Yükseklerin bitek düzlüklerinde yetişen her tür tahıl, özellikle gemi inşasında, tapınak ve saray gibi saygınlık kazandıran yapılarda kullanılan sedir/katran, ardıç ve meşe gibi yöreye özgü değerli ağaç, zeytin yağı, şarap, bal, deri, keçi boynuzu, meşe palamudu ve kurutulmuş av etinden şifalı otlara kadar bin bir çeşit mal, deniz ötesine taşınmak üzere, ada fakiri Akdeniz ile Adalar Denizi Ege’nin buluştuğu Likya’nın yukarda sözü edilen limanlarına taşındı… Rıhtımlara yanaşan gemiler boşalttıkları malların yerine, mallar yüklediler… Servetler liman kentlerinde birikti… Tanrılar varsıl yerleri severler ve de boş bırakmazlar… Antik çağın anlı şanlı tanrıları da en çok bu kıyıları sevdiler... İnsanlar tapınsın, kurban sunsun diye yapılan tapınaklara, sunaklara geçip yerleştiler bir güzel... Çok sonraları Tanrı gökteki sonsuz mekanına çekilmeye karar verdiğinde, O’nun kayrasını azizler, evliyalar, erenler üstlendiler… Anadolu’nun birçok yerinde olduğu gibi bizim dağlarımızın da bir çoğunun adı Ziyaret Dağı, Eren Dağı, Baba Dağı, Dede Dağı olarak anılması, hemen hepsinin zirvesinde gayberen mezarlarının olması bundandır… Demre/Sura’daki yol gösterici kılavuz tanrı Apollon’un kehanet merkezinin, Demre Noel Baba ve kuzeyde Kasaba Çukuru’nda Dere Ağzı kiliselerinin, Elmalı Ovası’nda Abdal Musa Tekkesi’nin, Sinani Ümmi Dergahı’nın ve de bölgenin hâlâ en büyüğü olan Ketenci Ömer Paşa Camii’nin, limanlardan çıkarak bölgenin dışına Batı Anadolu’ya ulaşan ana yol akslarından birinin üzerinde bir tespihin taneleri gibi dizili olmasının nedeni budur… Aynı dizilimin daha doğudaki deniz ayağı, Finike’de Limyra harabelerindeki su kaynağında kurulu olan Abdal Musa dervişi Kafi Baba Tekkesi, Batı ayağı ise Kalkan’ın hemen üstündeki Bezirgan’dır… Bezirgan’da hem Abdal Musa çağına, hem de daha geriye, Hıristiyanlığın Babalar Dönemi olarak adlandırılan ilk evresine, yani ta Noel Baba çağı öncesine giden hayır dua, şifa ve eğitim ocağı vardır… Varsıllıkları inanılmaz boyutlara ulaşan aileler bu kentlerde, ya da yakınlarında çıktı ortaya… Rhodiapolisli Opramoas’ın ve elbette daha nicelerinin, bölge kentlerine yaptığı, bugünün ölçülerinde katrilyonlara varan bağışları, sonsuza dek bilinsin diye taş kitabelere kazındı… Bilge, “Zavallı koyun sürüsü, hem sahibini, hem çobanı, hem kurdu besler” der… Doğrudur, üretimin olduğu yerde varsıl da, evliya da, eşkıya da vardır… Tarihin bize her devirde var olduğunu bildirdiği, adı bilinen, bilinmeyen, yüzlerine Efe, arkalarından Harami denilen nice eşkıyayı ve de üstüne devlet donanmaları sevk edilen, nihayet yenileceğini anladığında evini ocağını ateşe verip çoluk çocuk topluca intihar eden Olimposlu Zeniketes gibi ünlü korsanları, yine bu coğrafya yarattı ve besledi… En iyi iş yapan köle pazarları, liman kentlerinin agoralarında kuruldu… Antik dönemin Likyası, orta ve şimdiki zamanın Teke Yarımadası, çağlar boyu su ve iklim olanaklarına sahip güçlü bir üretim ve yaşam havzası olma özelliğini hep korumuştur... Bölgenin, çağlar boyu süren dengeli varsıllığının, dağların ve sahilin aynı ekonomik amaç doğrultusunda başarıyla bütünleştirilebilmesi ile sağlanmış olduğu açıktır... Kaynaklar, dağlardaki yerleşmelerde inşa edilen ticari yapıların, kıyıdakilerle, birbirlerini tamamlayan özellikler gösterdiğini, bunu “dağlarla deniz arasında, ekonomik eşgüdüm olduğunun kanıtı saymak gerektiğini” yazar… Memba ve mansap sözcükleri, taşıdıkları gerek öz, gerek mecaz anlamlarıyla pek az yerde Likya’da, yani bugün bulunduğumuz bu topraklardaki kadar uyum içindedir… 1950’li yıllarda hızlanan karayolu açma çalışmaları, esasen artık eski gücünü ve önemini yitirmiş üretim esaslı dağ ve deniz ilişkisinin son bağlarını da kopardı… İşlevsiz hale gelen kıyı yerleşmelerinden kaçış hızlandı... Kıyılar boşaldı ve giderek ıssızlaştı… Ancak, 1960’lı yılların ortalarında kıyılar turizm denen yeni bir üretim ve yaşam biçimiyle tanıştı… Gözü pek birkaç yabancı girişimci, doğru dürüst yolu, suyu, elektriği olmayan bu ücra coğrafyanın, derme çatma binalarında “turizm hizmeti” vermeye başladığında yadırgandılar… O ilk yıllar moral bozucu olsa da, Turizm, 1990’lı yılların ortalarında beklenen patlamayı yaptı… Dün, özellikle yaz aylarında adeta boşalan kıyılar, artık inadına yaz aylarında, “bardak koyacak yer kalmamacasına” doluyordu… Kıyılar yeniden şenleniyordu… Ancak bu kez durum iki bin yıl öncekinden farklıydı… Dün kıyılar (limanlar) bütün bir coğrafyanın deniz kapısı, dağlardan aldığının hiç olmazsa bir bölümünü dağlara geri veren sosyoekonomik dengenin ayrılmaz parçasıydı... Dağ ile deniz arasındaki “devridaim”, coğrafyanın iki ucunu da besliyor, geliştiriyordu… Dün, Kaş ya da Kalkan, verimli bir ekonomik bütünün parçası oldukları için varsıl ve önemliydiler… Bugün, Kaş ve Kalkan oldukları için, yani sadece kendilerinden menkul değerlere sahip oldukları için -deniz, kum ve arkeolojik çevre gibi- varsıl ve önemlidirler... Ve de böyle olduğu için, kazançlarını dağlarla paylaşma gibi bir sorunları yoktur… Bu durumun yarattığı en ciddi sonuç; kıyıların vermediğini almak için, dağların kıyıya inmesi olmuştur… Dağdan sahile süren akış, çözümü dehşetli zor ama, kaçınılmaz biçimde şart olan iki önemli sonuç/sorun yaratmıştır... Bunlardan bir tanesi, koruma kültürünün, doğa ve yakın uzak çevrenin üretim alanı olmaktan çıkması ile birlikte zayıflaması ve giderek yok olmasıdır… Geçmişte doğayı korumak bir tür ibadet sayılırken, bugün portakal bahçelerinin, mezarlıkların, eski/yeni yerleşmelerin, köy otlak ve yerleşim alanlarının, orman içlerinde, ovaları sulayan akarsu kaynak ve yataklarının yanı başında, çoğu kez muhtar veya belde belediye başkanlarının gizli/açık desteği sağlanarak, doğayı hallaç pamuğu gibi atan taş ocakları açılabilmektedir… Doğa ve çevreyi koruma, insanların himmeti, koruma dernekleri ve görevi bu olan Devlet Kurumlarının çabalarıyla sağlanabilir hale gelmiştir… Dağlardaki yerleşmelerin boşalmasıyla ortaya çıkan bir başka önemli sonuç da, yiten bir çok kültürel değerin yanında, özgün kültürün elle tutulup, gözle görünen en önemli kimlik belirleyici öğesi sayılan ahşap ve taş ağırlıklı geleneksel mimarinin yok olup gitmesidir... Kıyıda ise, gerçek anlamda bir yığılma yaşanmaktadır… Gelişmeyen, sadece kalabalıklaşarak şişen kıyı yerleşmelerinde yığın kültürü egemendir artık… Gündelik yaşam alışkanlıklarından, mekan kullanma ve mimari kültüre uzanan çok geniş bir alanı, daha doğrusu tüm yaşamı etkileyen, kuşatan bir karmaşa ve yığın kültürü… Dağlar boşalırken, kıyılar dolmakta, aynı coğrafyanın iki ucunda geçerli olan değer kavram ve ölçülerinin hızla farklılaşmasını önemli bir başka sorun olarak değerlendirmek gerekir... Eskinin, aynı kaynaktan beslendiği için birbirini bütünleyen dağ ve sahil kültürünün yerini, birbirine zıt iki kültür ortamı almıştır... Dün toprağını çoluk çocuğunu düşmana terk etmektense yaktığı ateşte hep birlikte yanarak ölmeyi gelenek haline getirmiş ve ta Troya’dan Çanakkale’ye uzanan üç bin yıllık tarih aralığında bunu bir çok kez kanıtlamış bir halkın yaşadığı bu coğrafyada bugün, örneğin bir İngiliz vatandaşı, beş-altı aylık geliri karşılığında, içinde özgün mimari plan ve malzemeyle yapılmış evi, yetişmiş onlarca ağacı ve sarnıcı olan dört dönüm toprak satın alabilmektedir… Çözümün ancak, sınırları ve tarihi kısaca verilen bütüncül bir coğrafyada son elli yılda yaşanan sosyal yer değiştirmelere bağlı olarak gelişen farklı üretim ve kültür ortamlarının birbiriyle uyumlu hale getirecek yöntemlerin bulunup yaşama geçirilmesiyle olanaklı olduğu açıktır… Turizm sektörüne dönük olarak Akdeniz kıyı bandında uygulanan planlama, yer tahsisi ve yatırım özendirici uygulamalar bütüncül bir anlayış ile havza boyutunda ele alınmadıkça, yani sahilde biriken turizm gelirlerinden dağların da pay almasını sağlayacak düzenlemeler yapılmadıkça, ne dağlarda tek tek sönen çoban ateşleri gibi tek tek boşalıp yok olan köylerle birlikte geleneklerden, mimariye yitip giden kültürümüzün, ne de kıyı kentlerini birer yığın yerine dönüştürerek kimliksizleştiren sosyoekonomik dayatmalardan kurtarmanın yolu vardır… Yamaç taşını suyun önüne düşürüp, yüksekten alçağa indiren, sahile yığan güç, arzın eğimidir, yani “cazibe”dir... Biçimini ve özelliğini, sahil yolunda çarpıp durduğu taşlarda, kayalarda bırakan o sert ve haşin yamaç taşının dağlarda başlayan, sahilde biten dönüşüm macerası ne kadar iç karartıcı olsa da gerçektir… Ancak yine de bu, yamaç taşının sonu değildir... Peki, son nedir? Son, yükseklerden gelip, yığıldığı sahilde, kum tanesine dönüşerek ufalanıp gitmektir… Yani, özgünlüğünü yitirip, kimliksizleşmektir…"
Kaş ve Demre'yi yazının uzaması nedeni ile yarın, sizlerle paylaşıyorum...

Hiç yorum yok: